“19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktım. ‘Ya istiklâl, ya ölüm!’ diyerek Millî Mücadele’yi başlattım. ‘Milleti, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır,’ ifadesinin yer aldığı Amasya Tamimi ile de konunun ciddiyetini dünyaya duyurdum.
Erzurum Kongresi ise bu doğrultuda atılan ilk adımdı.
Doğu illerimizin temsilcilerinden oluşan Erzurum Kongresi’nde: Türk vatanının bölünmez bir bütün olduğu, doğunun da bu bütünün bir parçası bulunduğu kabul edildi.
Sivas Kongresi ile milletin ve memleketin bütünlüğü, Millî Mücadele’mizin asaleti dünyaya ilân edildi.
Sivas Kongresi Beyannamesinin birinci maddesiyle de: ‘30 Ekim 1918 tarihindeki hududumuz dâhilinde kalan vatan toprağının, ezici çoğunluğu Müslüman olan vatandaşlarıyla bölünmez bir bütün teşkil ettiği açıkça ifade edilmiştir,’ denilerek Misak-ı Millî belirlendi.
★★★
27 Aralık 1919’da Ankara’ya geldim.
19 Mayıs’ta Samsun’a çıkıp direnişi örgütlemeye başlamamdan sonra işgal yönetimine boyun eğen İstanbul Hükümeti’nin dönmem yönündeki baskıları üzerine askerlikten istifa etmiştim. Artık sivil bir önderdim. Ankara’ya adım attığımda yetkimi, Sivas Kongresi’nde oluşturulan Heyeti Temsiliyenin Başkanı olmamdan alıyordum.
Ankara’da halkın muazzam hürmetli tezahüratıyla karşılaştım.
Times gazetesi halkın bu tezahüratlarını şöyle yorumladı: ‘Bütün cihanın kuvvetine karşı milli bir hareket yaratmak... Ne çocukça bir hayal!’
Haydi, bunlar yabancı, Tük milletini anlamaz diyelim. Asıl, sevdiğim bir yazar olan Refik Halit Karay’ın başlattığımız bu kurtuluş mücadelesini şu satırlarla hafife alması, alay etmesi üzdü beni...
“Bir patırtı, bir gürültü… Beyannameler, telgraflar... Sanki bir şeyler oluyor, bir şeyler olacak... Aslında her işimiz, her kuvvetimiz meydanda. Dört tarafımız açık. Dünya vaziyetimizi biliyor. Hülyanın, blöfün sırası mı?..
Hangi teşkilat, hangi kuvvet, hangi kahraman? Hülyanın bu derecesine, uydurmasyonun bu şekline ben de dayanamayacağım.
Bari kavuklu gibi ben de sorayım:
Kuzum Mustafa, sen deli misin?”
Evet, biz deliydik değil mi Topkapılı?..
‘Biz bu vatanın delileriydik, biz bu vatanın kahramanlarıydık.’
Elde avuçta hiçbir şey yokken… işgalcilere, sömürgecilere emperyalizme, İngilizlere, İtalyanlara, Fransızlara, Amerikalılara, Ruslara, Yunanlılara, Ermenilere, Pontus çetelerine… yedi düvele karşı silahlı mücadeleye girişmeyi delilik sayanlar çoktu!
★★★
Ankara’da ilk önce Keçiören’deki Ziraat Mektebi’nde karargâhımı kurdum. Kasada sadece 48 kuruş vardı. 1920 yılının ilk aylarında milli mücadele açısından en zorlu günlerimi bu mektep binasında geçirdim. Alt katta, karargâhı koruyan muhafız birliği askerleri kalıyordu. Ayrıca şifre odası ve telgrafhaneyle bir de yemekhane vardı.
İstanbul’un kışkırttığı isyanların kara gölgesinin iki adım ötede hissedildiği günlerdi.
Bazen telgraf tellerinin kesildiği olurdu. Muhafız birliği tetikteydi. Her an baskın olabilirdi.
Benimle birlikte bir avuç kahraman, bu binanın içinde gece gündüz çalışarak, Milli Mücadele’nin örgütlenmesini sağladı. Mektebin içindeki telgrafhane ile yurdun her yanıyla iletişim kuruldu ve yerel direnişler telgraf telleri aracılığıyla bir çatı altında teşkilatlandırılabildi.
118 gün süren bu zorlu mücadele, 23 Nisan’da 1920’de Meclis’in açılmasıyla farklı bir evreye geçecekti.
Padişah tarafından terhis edilen, silahı, cephanesi alınan orduyu yeniden toparlamaya çalışıyorduk. İşgal kuvvetleri silahlarımızın büyük kısmını İstanbul’da toplamışlardı. Sadece el koydukları toplarımızın sayısı 2 bine yakındı. Ayrıca birçok topumuzu da kamalarını alarak kullanılmaz hale getirmişlerdi.
Sadrazam Damat Ferit, İngilizlere dalkavukluk etmek için 90 bin sandık cephaneyi Marmara Denizine döktürmüştü.
Elimizde yalnız Anadolu’daki çeşitli yerlerdeki özellikle de İç Anadolu’daki depolarda ve Doğu’da Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin gönderdiği silahlar, cephaneler vardı. Mesafeler uzaktı, yol yoktu, taşıt azdı, tüm bunlara rağmen yine de zoru başardık, bugüne kadar bu sınırlı cephane ve silahlara dayanarak savaştık.
★★★
Silahsızlandırılmış Türk ordusunun o zamanki gücü -o da evrak üzerinde- 35-40 bin kişiydi. Ne var ki Anadolu’daki silahlı işgalcilerin miktarı 400 bin kişiyi bulmuştu ve git gide artmaktaydı.
Yine de fakir, tükenmiş Anadolu, 400 bin işgalciyi ve yüz binlerce silahlı-silahsız haini yenmeyi başaracaktı.
Milli Mücadele işte bu muazzam kahramanlığın, bu şerefli, yüce ülkünün adıydı.
İşte bu delilikle Türk Ordusu’nu yeniden kurduk.
Düşmanı vatan torağımızdan süpürdük attık. Milleti, Allah’ın gölgesi olarak nitelenen padişahın kulu olmaktan çıkarıp, devletin sahibi olan yurttaş yaptık. İnsanca, hakca yaşamanın, laikliğin temelini attık.”
(Kaynak: Hasan Baran-Atatürk’ün Fotoğrafına Bakarken)